16 Nisan 2016 Cumartesi





Sergei, nasıl yönetmen oldunuz?

Bence yönetmen olarak doğmanız gerekir. Bu bir çocuğun maceralarına benziyor: diğer çocukların arasında ilk adımı siz atarsınız, bir gizem yaratarak yönetmen olursunuz. Etrafınızda gördüklerinizi şekillendirir ve yaratırsınız. Kendi “artistismus”unuz ile insanlara işkence edersiniz – gecenin bir yarısı annenizi ve büyükannenizi korkutursunuz mesela.Charlie’s Aunt filmindeki gibi giyinebilir ya da Andersen masallarındaki kahramanların kılıklarına bürünebilirsiniz. Ağaç gövdesinden koparacağınız parçalarla kendinizi bir horoza çevirebilirsiniz. Bunlar hep benim kafamı kurcaladı, bu da aslında yönetmenliğin ta kendisi.

Bir yönetmen VGIK (Sovyetler Birliği Devlet Sinematografi Enstitüsü) gibi bir okulda bile eğitilemez. Yönetmenliği öğrenemezsiniz. Bununla doğmanız gerekir. Daha anne karnındayken yönetmen olmalısınız. Anneniz de bir aktris olmalı, böylece bu özelliği miras alabilirsiniz. Benim annem de babam da sanat konusunda doğuştan yetenekliydi.

VGIK’te mezuniyet filminiz ne üzerineydi?

Kısa bir çocuk filmiydi: Moldavian Fairy Tale (1951). Alexander Dovzhenko filmi gördükten sonra şöyle dedi: “Tekrar izleyelim.” VGIK tarihinde ilk kez, kurul bir mezuniyet filmini iki kez izlemeye karar verdi. Şimdi başarılı bir film ve sanat eleştirmeni olan Rostislav Yurenev şu yorumu yapmıştı: “Parajanov Dovzhenko’yu örnek almış. Bu destansı ve anıtsal bir yapıt. Parajanov Zvenigora (1928) filmini izlemiş.”

Dovzhenko şöyle dedi: “Seni gidi geveze! Otur da beni dinle. O Zvenigora’yı izlemedi.” Sonra “Neredesin genç adam?” diye sorunca ayağa kalktım. “Doğruyu söyle, Zvenigora’yı izledin mi?” sorusuna “Hayır” cevabını verdim. “Gördün mü bu saçmalık!” O dönemde Yurenev pek bilinmiyordu. Bir yönetmenden ötekine koşan, ince yapılı bir adamdı.

Benim mezuniyet filmim, bir film yönetmeni olarak anlatmaya çalışacağım şeye oldukça yakındı muhtemelen.

Ama mezuniyet filminiz kayboldu…

Hayır. Evde duruyor.

O zaman neden burada retrospektif kategorisinde gösterilmiyor?

Onu unuttum aslında. Burada sadece Andriesh, yani onun daha uzun bir versiyonu gösterildi. O film de maalesef çocuklara değil, yetişkinlere hitap ediyordu.

Alexander Dovzhenko ve Igor Savchenko tarafından verilen dersler nasıldı?

Dovzhenko ve Savchenko düşmanlardı. Sürekli tartışıyorlardı, anlaşamıyorlardı hiç. İkisi de yetenekli, özel ve önemli insanlardı. Biri Polonyalı ressam Jan Matejko’nun tarzında çalışıyordu, Rönesans stillerini deniyordu. Öteki ise bir elmayı, bir ihtiyar adamın ölümünü, uçup giden bir leyleği tasvir ediyordu. Sanatı, muhteşem çocukluğundan besleniyordu. Bir tarafta estetiğe çok önem veren biri, öteki tarafta geçmişten kalan tanrı arasındaki bu çatışma, Dovzhenko’nun stüdyosunda tartışmalara sebep oluyordu.

Savchenko genç yaşta öldü: Sadece 43 yaşındaydı. Tabutu içinde yatarken yaşlı bir adama benziyordu. Biz şimdiden ondan 20 yıl fazla yaşadık. Öğrencileri, öğretmenlerinden yaşlı artık. Vladimir Naumov 60 yaşında, ben ise 64 yaşındayım. 20 yıl daha uzun bir yaşam… Savchenko’nun kaybı, Dovzhenko’yu derinden sarstı. Sınavlarımızın sorumluluğunu o üstlendi, diplomalarımızı o imzaladı. Çok cömertti. Özellikle de Alexander Alov, Naumov ve merhum Felix Mironer hakkında çok hevesliydi.

Görünen o ki o zamanlar VGIK yetenekli kimselerle doluydu.

Aramızda bazı ilginç insanlar vardı, bunların içinde tabii ki Dovzhenko da var. Kaybettiğim, benimle aynı dönemden öğrenciler için çok üzülüyorum. Aralarından dördü artık bizimle değil. Yakın zamanda arkadaşlarla toplandık, masada dört boş sandalye bıraktık, tıpkı dört mum yakmış gibi. Sonra arkadaşlarımızın bize bıraktıklarını düşündük. hayatını Naumov ile film çekmeye adayan Alov; Marlen Khutsiev ile Spring on Zarechnaya Street (1956) filmini çeken Mironer; Grisha Grigori Aronov ve Seva Vsevolod Voronin. Dört arkadaşımız bizi terk etti, bir sonrakinin kim olacağını hiçbirimiz bilmiyoruz.

Biz, inanılmaz yetenekli bir adam olan Savchenko tarafından seçildik. Bizi sevdi, taparcasına sevdi hatta. Bize ilham verdi. Bir mucize gerçekleştireceğimizi günü bekledi hep. Khutsiev ve Mironer, ilk filmleri Spring on Zarechnaya Street(1956) için GLKVK (Sovyetler Birliği Film Dağıtım ajansı) ile sözleşme imzaladığında çok mutlu olmuştu. Mercedes’ine atlayıp Moskova caddelerine indiler. Khutsiev yeni çoraplar aldıklarını söylemişti. Savchenko onların yırtık pırtık çoraplarını daha arabanın içindeyken çıkarttırmış. Eskileri arabadan dışarı atıp, yenilerini giymişler. Onlar artık sadece öğrenci değil, parası olan film yapımcıları da olmuşlardı.

Alov ve Naumov birlikte Restless Youth (1958),Pavel Korchagin (1957) ve The Wind(1958) filmlerini yönettiler. Avant-Garde akımına da öncülük yaptılar.

Film yönetmek sizin için ne demek? Gerçek hayat? Rüya? Gizem?
Bence yönetmek esasında gerçeğin ta kendisi, görüntülere dönüştürülmüş hali: keder, umut, aşk, güzellik… Bazen, senaryolarımdaki hikayeleri anlatıyorum insanlara ve soruyorum: “Bu gerçek mi, yoksa ben mi uydurdum?” Herkes “uydurma” diyor. Hayır, anlattığım şey gerçek. Benim algıladığım şekliyle gerçek.

İlk filmlerinizin gerçekçi bir yönü vardı. Tarzınızı değiştiren ne?

O günlerde kendi kişisel tatminim için çalışıyordum daha çok. İşte o günler gerçekçiydi: jenerasyon, arka plan, üzerinde çalıştığım tuval…

Çalıştım ve acı çektim, üç despot vardı tepemde. Despotlar Kremlin’deydi. Bugün perestroika (ç.n. Gorbaçov tarafından başlatılan yeniden yapılanma süreci) zamanı yansıtan bir kalp elektrosu işlevi görmeye çalışıyor. Belki de bir gün, tüm bu zamanları işleyen bir kitap ortaya çıkacak ve hakikaten kalp elektrosu gibi olan biteni o anlatacak. Stalin yükselirken, çorap fiyatlarını düşürdü. İnsanlar memnundu, çoraplar artık daha ucuzdu. Altı ayda bir çorapların ve atletlerin fiyatlarını düşürdü. Oysa ekmeğin fiyatı hiç değişmedi… Bir elektro çekimi…

O çağın Sovyet filmleri, sadece benimkiler değil, bir terörün elektrosu gibiydi. Korkunun elektrolarıydı. Filminizi kaybetme korkusu, açlıktan ölme korkusu. Kendi işinizden korkuyordunuz.










Siz bir film yapımcısı mısınız? Yoksa bir grafik sanatçısı mı?

Ben görüntüleri şekillendirmeye çalışan bir grafik sanatçısı ve yönetmenim. Yol gösterenimiz, danışmanımız olan Savchenko, düşüncelerimizin taslağını yapmaya ve onlara plastik biçimler vermeye teşvik ederdi bizi. Biz film okulunda düşüncelerimizi çizmek zorundaydık. Giriş sınavında, bizi bir odaya aldılar ve “Ne isterseniz onu çizin” dediler.

Grafik çalışmanızın burada, Filmfest München’de aldığı tepkilerden memnun musunuz?

Bu atölye sergisinde çalışmalarımdan bir kısmını sergiledikleri için çok mutluyum, tam benim tarzımda bir duvar sergisi. Yirmiye yakın çalışmamı getirdim. Evet, çok değil; ama bir fikir oluşturmaya yeter. Bu çalışmalar arasında bir çiçek buketi var. Bu kolaj, oğullarını savaşta kaybetmiş Münih’li annelere adandı. Bu çiçek buketi bir ayna üzerine yerleştirildi – bu pek rastlanmayan bir motif. Tıpkı Sovyet anneleri gibi, son savaşta inanılmaz acılar çeken anneler için…

Bazı fotoğraflar çekiyorum eve götürmek için, gerçekten unutulmaz fotoğraflar. Münih’te Yunan Ortodoks kilisesine davet edildim. Ayine katıldım ve papazla konuştum. Duvarda çocukların yaptığı bazı çizimler sergileniyordu. Kraliyet çifti Prens Vladimir ve Prenses Olga’yı çizmişlerdi. Bütün çizimler de bu tema üzerineydi: harika, ilkel çizimler. Sosyalist Gerçekçiliğin kurallarını yıkmışlar. Prens Vladimir bile olduğu gibi gösterilmişti: bir ayağı kısa olan, bu nedenle aksayan haliyle. Çok keyifli çizimlerdi bunlar, Almanya’dan geriye kalan en güzel hatıra eşyalarım da bu çizimler.

“Artistismus” derken ne kastediyorsunuz?

Engel olamıyorum, Lenin’i taparcasına seviyorum. Bir yönetmen olarak onun artistismus’una hayranım: onun artistik dürtüleri, bir hatip olarak becerileri. Beyni muhteşem bir şekilde çalışıyor, bir peygamberin beyni gibi güçlü. Dünya onun için yeterince büyük değildi. Onun artistismus’u onu bir keresinde zırhlı bir arabanın üzerine çıkardı, sanki orası bir sahneymiş gibi. Orada bir anıt misali duruyordu; doğuştan aktördü. Artistismus’u takdir ediyorum, artistik yeteneği yani. Siyasetçiler, arkadaşlar, herkes yetenekli olabilir.

Uyuşuk insanları sevmiyorum. Brezhnev, benim adıma hareket etmeye çalıştı, beni özgür kılmaya çalıştı, ama uyuyakaldı. Bizim doğuştan yetenekli konuşmacılara ihtiyacımız var. Biz artistismus’u severiz. Biz önünde kağıtlar olmadan konuşabilen siyasetçileri severiz. Biz bu siyasetçilerin eşlerinin onların yanı başında durmasını severiz. Ancak bazı çevreler, bir kadın, siyasetçinin yanında olursa bundan hoşlanmazlar. Zeki ve yetenekli bir kadın. Bizim liderlerimiz buna alışmadılar, eşlerini saklamayı tercih ediyorlar. Bu kadınlar canavar, patolojik canavarlar. Evet, neden bahsettiğimi biliyorum.

Bakın, dışişleri bakanı Eduard Shevardnadze’nin karısı ne kadar sevimli ve güzel. Üstelik öylece duruyor ve asla tek kelime etmiyor. Kafkasya’dan geliyor. Bu kadın nasıl şapka giyileceğini biliyor. Bir yönetmen olarak, böyle şeylere çok dikkat ediyorum. Bir şapka kalitenin simgesidir, artistismus’u gösterir, artistik eğilimlerin göstergesidir. Her şeyden öte, görgü kurallarını simgeler.

Sosyalist Gerçekçilik iyi bilinen bir kavram, peki ya Sovyet Neo-gerçekçiliği?
Sosyalist Gerçekçilik gerçekten tanımlanamaz. Öyle ansiklopedik bir kavram değildir. Sadece kitaplarımızda vardır. Nasıl olur da Sosyalist Gerçekçilik, Sergei ve Georgi Vasiliev’in Chapayev (1934), Grigori Kozintsev ve Leonid Trauberg’in The Youth of Maxim (1935) ya da The Vyborg Side (1939), Mark Donskoy’un Rainbow (1944) veya She Defended Her Country (1945) gibi filmleri için bir etiket olarak kullanılabilir? Heyecan verici belgesellerimiz ne olacak? Onlar da Sosyalist Gerçekçilik miydi? Bu bizim tüm tünyayı sarsacak film Rönesansımız!

Kişi/Birey Kültü buna bir son verdi. Egemenliğin güzelliklerini, korkunç despotların rejimini methetmek zorundaydık. Yetenekli yönetmenler böyle filmler yapmak için ruhlarını sattılar: Mikhail Chiaureli’nin The Vow (1946) ve The Fall of Berlin (1949) filmleri, dalkavuk sanatçıların boyun eğen çalışmalarıydı. Artık onları açık açık kınamanın zamanı geldi.

Önemli bir Gürcü film yapımcısı olarak tanınan Mikhail Chiaureli neden Stalin için çalıştı?

Bazı sanatçılar kendilerini satabilirler, Chiaureli ve Vladimir Petrov bunu yaptı. Diğerleri de resmi görevler almışlardı. Büroları dolduran “beyin gücü” insanlarıydı onlar, tıpkı Mikhail Bleiman ve Grigori Zheldovich gibi. Yetenekli olmalarına rağmen, hiç şüphesiz bizim sinematografimizi başarısızlığa sürükleyen de onlardı, önde gelen film karakterlerimizi de beraberlerinde götürdüler.

Bu yüzden meşhur Sergei Eisenstein öldüğünde, potansiyelinin sadece birazını gerçekleştirebilmişti. Yetenekli Mikhail Romm öldüğünde, gözü korkmuş ve bitkin bir haldeydi. Sovyet neo-gerçekçilik ekolünün kurucusu olan, RainbowveThe Unvanquished filmlerini yapan Donskoy bile potansiyelini geliştirememişti. Bu çok büyük bir trajedi.

Sosyalist Gerçekçilik iyi bilinen bir kavram, peki ya Sovyet Neo-gerçekçiliği?

O dönemle ilgili ne kitap ne dergi var, ne de konferanslar düzenleniyor. Herkes sessiz. Hatta bir sonraki nesil bu kavramı tamamen unutabilir. Belki de biri ilk adımı atar ve bununla ilgili bir şeyler yazar, arşivlerde saklı olan bu dönemi kullanır. Ben kendi arşivimi açarsam, orada özgürlüğümü elimden alan üç hapis cezası bulursunuz. Bir de beni kınayan bir mahkeme kararı var, sosyal yapıyı bir ejderha olarak gören bir sürrealist olduğum için. Sanki Notre Dame’ın tepesine tünemiş koca burunlu koca toynaklı bir ejderhayım da Paris şehrine bakıyorum yukarıdan. Ben de böyle bir ejderhaydım, dışarı izleyen ve yeni günün gelişini kıskanan.

Ukrayna’da kaç tane film yaptınız?

Sekiz film yapmıştım Ukrayna’da. Dokuzuncu filmim de Shadows of Our Forgotten Ancestors (1964) idi. İşte tam o zaman ana konumu, ilgi alanımı bulmuştum: insanların yaşadıkları problemler. Etnografya, Tanrı, aşk ve trajedi üzerine yoğunlaştım. Edebiyat da sinema da benim için bunlar aslında. Bu filmi yaptıktan sonra, trajedi dikkat çekti.

Sovyet sinema bakanlığı ofisinde neler oldu,Shadows of Our Forgotten Ancestorsizlendikten sonra?

Resmi görevliler filmi izlediklerinde, bu filmin Sosyalist Gerçekçiliğin ve o dönemde sinematografimizi hâkimiyet altına alan toplumsal çöplüğün tüm prensiplerini yıktığını anladılar. Artık yapacakları hiçbir şey yoktu, iş işten geçmişti: İki gün sonra Mikhail Kotsyubinsky’nin doğum günüydü. Yüzüncü yaşına girecekti yaşasaydı. Bu yüzden “bırakalım filmini göstersin” dediler. Film gösterime girdi. Nasıl olsa sonra da yasaklayabilirdi. Bu sayede de tüm meseleden bir şekilde kurtulacaklardı.

Ancak entelektüel kesim filmi izlediğinde hareket geçti. Bu film huzursuzluk dolu zincirleme tepkiler yarattı. Bakanlık benden filmin Rus versiyonunu yapmamı istedi. Film sadece Ukrayna dilinde çekilmemişti, ayrıca Hutsul lehçesindeydi. Benden filmin Rusça dublajını yapmamı istediler. Bu teklifleri kati suretle reddettim.

Daha sonrasında Ermenistan’da Sayat Nova’yı çekmek için Ukrayna’dan ayrıldınız…

O filmi gerçekten çok seviyorum. Gurur duyuyorum. Hepsinden önce, Altın Aslan ya da Gümüş Tavus kuşu kazanmadığı için gururluyum. Bu işin bir tarafı. Diğer tarafı ise bu filmi olabilecek en zor koşullar altında çekmiş olmam. Hiçbir teknik ön koşul yerine getirilmedi, hiç Kodak malzemem yoktu, Moskova’daki boş filmleri işleme imkânı yoktu. Aslında hiçbir şeyim yoktu. Ne yeterli ışıklandırmam vardı, ne rüzgâr makinem ne de özel efektler kullanma ihtimalim. Yine de bütün bunlara rağmen, filmin kalitesi tartışılmaz. Bu durumların neticesi ilkel ve gerçekçi ortamların varlığı oldu, tıpkı tipik bir köydeki ya da sıradan bir bozkırdaki ortam gibi… Küçük hindiler, küçük hindiler gibi gösterildi… Gerçek bir durumdan bir peri masalı yaratıldı. Bütün bunlar “hiper-gerçekçilik” izlenimi vermenin farklı yollarıydı. Eğer bir kaplana ihtiyaç duyarsam, bir oyuncaktan kaplan yaparım. Bu da gerçek bir kaplandan daha fazla etki yaratır. Bezden yapılmış bir kaplanın kahramanı korkutması daha ilginç olsa gerek.

Sayat Nova (1966) filminin “Kafkasya’nın filmi” olduğu fikrine katılıyor musunuz?


Bence Sayat Nova İran yapımı bir mücevher kutusu gibi. Dışında güzelliği göz dolduruyor; harika minyatürleri görüyorsunuz. Sonra açıyorsunuz, içinde daha fazla İran aksesuarı buluyorsunuz. Olay böyle aslında. Benim kahramanımın annesi bizim için 15 Kürt eteği yaptı. Çalışan, sokaklar temizleyen, bir evin de işlerini yapan bir Kürt kadınıydı. Yaptığı fırfırlı etekleri önce kafasında tasarlamıştı sonra kollarına asıp getirmişti. Yarattığı etki bir Pasolini filmi gibiydi. Bunu saklamak istemiyorum, altını çize çize anlatmak istiyorum.

Sayat Nova’nız Pasolini’den etkilenmiş gibi duruyor.

Çoğu insan moda olan şeyleri taklit etmeyi sever. Ancak bir şeyi taklit etmeye başladıkları anda sefalet çeken, fakir ve perişan yaratıklar oldukları ortaya çıkar. Yine de insanlar bir başkasının ayak izlerini takip eder. Eğer biri “Filmleriniz Pasolini filmlerini andırıyor” derse ben kendimi muhteşem hissederim. Daha kolay nefes alabilirim. Çünkü Pasolini benim için bir tanrı gibi. Estetik tanrısı, bir tarzın efendisi, bir devrin patolojisini sunan kişi… O kıyafetlerde kendini aştı, o mimiklerde kendini aştı. Onun Oedipus Rex (1967) filmine bir bakın. Bence kesinlikle usta işi bir çalışma. Onun oyuncuları, onun kadınlık ve erkeklik hakkındaki hisleri…

Pasolini sıradan bir Tanrı değil. En yüce Tanrı’ya yakın. Hem yeryüzündeki varlığımızın patalojisine yakın hem de bizim neslimize. Onun 1001 Nights (1974) filmini yeni izledim. Benim için, güçlü bir kutsal kitap yorumu bu. Aynı kompozisyondan güç alıyor, aynı plastik formdan biçimleniyor, kutsal kitaptaki gibi.

Fellini’nin filmlerini seviyor musunuz?

Fellini’nin filmlerindeki sihir şaşırtıyor. Onun tanrı vergisi düş gücü inanılmaz. Ama bu düş gücü tek yönlü ilerliyor – gizemli bir hava vermeye doğru. Karakterlerini gerçek üstü yapmak için bitip tükenmeyen bir inadı var. E la nave va (And the Ship Sails On, 1984) filmine bakın. Bir zamanın trajedisi, bir opera şarkıcı hakkında (Edmea Tetua), savaş (Birinci Dünya Savaşı) hakkında harika bir film… olan biten her şey bir geminin güvertesinde gerçekleşiyor: La Scala’dan ünlü bir şarkıcının küllerinin dağılışı – zekice! İnsanlar nasıl onun kendisini tükettiğini düşünebilir. Bence tam aksine bu film Fellini’nin en iyi filmlerinden biri. Onun Casanova (1976) filmine bakın!

Shadows of Our Forgotten Ancestors’tan sonraki filmlerinizin milli ve etnografik özelliği mi başınızı resmi mercilerle belaya soktu?
Doğa bizi doğurur, sonra da bizi yeniden koynuna alır. Doğaya tapmak zorundasınız: Onun gerçeği, onun ideali, onun anneliği, onun anavatanı. Doğa hem vatan sevgisini yaratır hem de aşırı düşkünlüğü. Hem hükümetin temel prensiplerini korumak için hem de ülkeyi büyük bir hassasiyetle sevmek için. Ben Ukrayna’da Ukrayna’nın sorunlarıyla uğraşan bir Ermeni’ydim. Shadows of Our Forgotten Ancestors ile 23 altın madalya kazandım. İlki Mar del Plata’da, sonuncusu Cádiz’de. Ukrayna’da tanındım. Ukraynalılar beni sevdiler. Karım Ukraynalıydı, oğlum Ukraynalıydı. Oysa bazı çevreler bundan hiç hoşlanmadı. Tutuklandım ve beş sene hapiste kaldım. Sert geçen bir mahkûmiyet.

Hapishanede neler oldu? Hayatta kalmayı nasıl başardınız?
Sovyetler Birliği esir kamplarındaki tecrit gerçekten dayanılması çok zor bir durumdu. Asıl trajedi, ruhsal çöküntüye uğrayıp işimi kaybetmek olurdu. Bu ortamda bir suçlu olabilirdim. Uzun suç kayıtları olan, kötü yola düşmüş, tehlikeli tutuklular vardı. Bu ortama düştüm birden, sonrasında sanatım beni kurtardı. Çizmeye başladım. Dört yıl on bir günden sonra, serbest bırakıldım. Louis Aragon, Elsa Triolet, sevgili arkadaşım Herbert Marshall ve John Updike sayesinde özgürlüğüme yeniden kavuştum. Cezamı tamamlamama on bir ay on sekiz gün kala affedildim.

Bunun haricinde, mahkûmlar da beni sevdiler, onların itiraflarını dinleme görevini üstlenmiştim. Her bir suçlunun itirafı, trajedileri ve suçları kulağıma fısıldandı. Tüm bunlar muhteşem bir senaryo ya da roman gibiydi. Bana verilen hediyelerdi bunlar. Yüz roman ve altı senaryo aldım; bu senaryolardan dördü yakın zamanda filme çekilecek. Diğerleri de benim sırrım olarak kalacak. Belki bir gün basılırlar, belki beyaz perdede görürsünüz, belki de sonsuza dek benimle kalırlar.

Hapishanedeki yaşam zordu. Ancak dağılıp parçalanmak yerine, orayı daha güçlü olarak terk ettim. Dört senaryo yazarı olarak, daha zengindim. Bunlardan biri yapım aşamasında. Yönetmen Yuri Ilyenko Swan Lake — The Zone(1990) filmini çekecek, bu benim kötü yoldakilerin ortamı hakkındaki senaryom. Suç ortamı ve patolojisi yakında, insanları daha patolojik hale getiren tecrit hakkında… Sizi on gün boyunca kilitli tutuyorlar, burada hem zihinsel hem cinsel olarak hayatta kalabilmek için patolojik oluyorsunuz. Çünkü tecrit insanların tüylerini ürpertiyor. 2000 insanı bir esir kampında, “mıntıkada”, tecrit altında tutarsanız, trajik şeyler meydana gelir. Trajik durumlar ve patolojiler.



O durumda ne yaptınız?

Çizmeye başladım. Grafik sanatına döndüm. Bazı ilginç materyaller yarattım, bu tecritteki çizimlerim kaldı bende. Arkadaşlarım bütün o pisliğin ortasında kendi işimle ve ruhaniliğimle inanılmaz bir saflığa eriştiğimi düşünüyorlar. Olabilecek en kötü hapishane koşullarıyla karşılaştığımda, bir seçim yapmak zorunda olduğumu anladım: ya dibe vuracaktım ya da bir sanatçı olacaktım. Bu yüzden çizmeye başladım. Hapishaneden çıktığımda 800 çalışmam vardı. Hapishanede yaptığım işlerden çoğu Yerevan’da sergilendi. Üç ay sürdü sergi. Sergi kapandığında, kapısında hâlâ bir kilometrelik kuyruk vardı.

Son filminiz Ashik Kerib bir çocuk filmi – tıpkı ilk filminiz Andriesh gibi.

Evet, Andriesh, Ashik Kerib filmine çok yakın. Farklılar ama. Ustalık, deneyim, zaman meselesi aslında. O zamanlarda masumiyet ve gençliğin ateşi vardı. Andriesh aceleyle yapıldı.

Ashik Kerib nasıl doğdu?

Yedi yaşındayken anjin hastalığına yakalanmıştım, annem bana Mikhail Lermontov tarafından yazılan Ashik Kerib masalını okurdu. Çok bilinen bir masal değildi, okullarda okutulmuyordu artık. Kafkasya’da yaşayan bir Türk kadını bu masalı Alexander Pushkin kadar iyi bir şair olan Lermontov’a anlatmış. Lermontov hakikaten ciğerime işlemişti ben çocukken. Ağladığımı hatırlıyorum. Ağlamıştım, çünkü Magul Migeri sevdiğini bekliyordu. Başka bir adamla evlenmek zorunda kalmıştı ve kendini öldürmek istiyordu. Aşkına ihanet etmemek için kılıç ve zehir kullanmayı bile denemişti. Sonra birden Ashik döndü. Bir Amerikan filmi gibi bitiyordu: Mutlu son.

Kendi Ashik Kerib’imi aramaya başladım, bu Müslüman ozan dünyanın çeşitli yerlerinde dolaşıyor ve Magul Migeri’yi esaretten kurtarmak için gereken parayı kazanmayı çalışıyordu. Böyle bir genç adamı gerçekten buldum, komşum olan bir Kürt. 22 yaşında, kavgacı bir tipti: Bir polisi epey bir benzetmişti. Akan çatı yüzünden bir görevliyi dövmüştü. Araba çalıyor, ağız dalaşına giriyordu. Onunla tanıştığımda “bu kavgacılığı bir seneliğine bırakabilir misin” diye sormuştum. “Sonsuza dek bırakabilirim, ne teklif ettiğine bağlı” demişti. Kürtler Müslüman değildir. O da bir Hıristiyan’dı, ama sahnede bir Müslüman’ı oynadı.

Ashik Kerib filminde müzik çok dikkat çekici…
Kullandığımız bir Müslüman müziği. Trans-Kafkasya’dan değil bu müzik. Müslüman muram’ı, eski bir rapsodi şarkısı. Müslüman bir ozan ağır ağır dolaşır dünyayı, rapsodiler söyleyerek. Sonra bu Müslüman, Hıristiyan dünyasına geliyor, Gürcistan’a. Bu bölümün adı “The Ruined Cloister” (Yıkık Manastır). Burada “Tanrı birdir” fikri var – sadece tek bir Tanrı vardır. Gürcistan’daki leitmotifin, sürekli tekrarlanan temanın anlamı budur: Gürcü kilise korosu, onu Müslümanlar tarafından dövülmekten kurtaran Gürcü çocuklar. Burada, Ashik kendisi gibi olanlardan dayak yiyordu, çünkü onlar “düşmanın topraklarında, sen de düşmansın” diye düşünüyorlardı. Belki sen sadece düşmanın topraklarından geçen bir kardeşimizsin, ama bu da seni bizim düşmanımız yapıyor. Aslında, müziğin anlatmaya çalıştığı tam olarak bu. Yetenekli bir Azeri besteciyle çalıştım. Adı Lavanchir Kuliyev’di. Ne istediğimi anlamıştı. Yapacağı iş çok zordu. Karşısına pek çok zorluk çıkardım, hepsinin üstesinden geldi. Avrupa müziği bile kullandık: bir “Ave Maria”, Schubert, Gluck, “Passion”dan motifler. Müzik modern bir dokunuşla, su gibi aktı. İstedik ki Avrupalı seyirci “Ave Maria”yı Müslüman dünyası ile bağdaştırabilsin.

Film müziklerinde, kilise müziği de duyduğumu sanmıştım…

Evet, org müziği, Hıristiyan kilise müziği. “God Is One” (Tanrı Birdir) bölümündeydi, Gürcistan’da. Çok sesli a cappella kilise müziği duyuluyordu. Sonrası da Müslüman muram’ı. Halkın filmi anlayıp anlamayacağı başka bir şey. Bir yetimhanedeki çocuklar şarkı söylediler filmde. Farklı illerden, dağlardan, bozkırlardan çocuklar geldiler okula, nasılmuram söyleneceğini öğrenmek için sadece. Şarkı söyleyen çocuklar bir filmde duygusal derinlik ekleyebilirler. Sadece çok az film ve birkaç yönetmen iki dünya arasındaki sınırı aşabilir. Yılmaz Güney de bunlardan biri. Onun, Doğu’dan birinin, Avrupa için filmler yapabilmiş olması gerçekten müthiş. Bu kültür, dünyanın doğusu ile batısı arasındaki sınırın tam ortasında kalıyor.

Son üç filminiz – Sayat Nova, The Legend of Suram Fortress ve Ashik Kerib – bir üçleme oluşturuyorlar mı, konu ya da tarz bağlamında?
Lenin Ödülü’nü kazanmak için filmleri birbirine bağlayıp üçleme haline getirirsiniz – sonra da halkın beğenisinin tadını çıkartın! Bu Tengiz Abuladze ve onun üç filmine oldu. Göze çarpan filmi Prayer (1969),The Wishing Tree (1977) veRepentance (1986). Bu üç film aslında birbirine bağlı değildi. Ortak hiçbir noktaları yoktu. Ona Lenin Ödülü’nü kazandırmak için bir bahane olarak birleştirildiler. Benzer tarzları, içerdikleri ifadelerin grafik gücü nedeniyle onlar bir üçleme olarak düşünüldü. Böyle gelişigüzel övgüye ihtiyacım yok. Benim filmlerimin tek bir ortak noktası var: tarzda bir benzerlik. Benim hayatım yeterli bir kanıt. Ben bir okul kurmak ya da birilerine bir şeyler öğretmek istemedim. Beni taklit etmeye kalkan herkes yolunu kaybeder. Yeteneksiz genç yönetmenlerden, genç sonradan görmelerden oluşan bir ordu var, sinema sektörüne gelmişler ve yönetmen olmayı bekliyorlar. Oysa hayatları boyunca yapmaları gereken nasıl yönetmen olabileceklerini düşünmek olmalı.

Çok uzun zamandır yeni filminiz Confession’ı planlıyorsunuz.

Ermenistan’a sinematografik bir itiraf borçluyum, bir tür kişisel kutsal kitap. Annem, babam, çokluğum, hapishanedeki tecrit, düşlerim hakkında olacak. Ayrıca Sergei Kirov adına bir kültür parkı yapmak için harap edilen bir mezarlığın trajedisini de anlatacağım. Mezarlık, komünist Kirov’u onurlandırmak için yer vermeli. Sovyet vatanseverleri gelir, hayaletler oradan uzaklaştırılır. Nereye gideceklerini bilemiyor hayaletler, bu yüzden yaşayan varisleri olan benimle barınak arıyorlar. Onları içeri alamam. Geceyi benimle geçirdiklerini polise rapor etmek zorundayım. Elektriği bile olmayan ben, bir sigorta acentesi de değilim. Onlar kötülük bilmezler. Onların nesli, o zamanlar, daha kibardı. Tek istedikleri benimle kalmaktı. Ben ise onları sevdiğimi kanıtlamak için onların gözlerinin önünde ölmeliyim. Bu benim halkıma karşı görevim. Ben Gürcistan’dan bir Ermeni’yim. Ben Ukrayna’da filmler çektim. Gürcistan’da ve Ukrayna’da parmaklıkların ardında acı çektim. Bazen gecenin bir yarısı uyanıyorum ve bitlerin saldırısına uğradığımı hayal ediyorum. Hapishaneye temiz girebilirsiniz, ama o bitler sizin üzerinizde cirit atarlar. İki saat içinde bitlerle kaplı hale gelirsiniz.



Bir sonraki filminiz ne olacak? Faust üzerine bir film?

Evet, ancak Faust üzerine çalışmadan önce, Amerika’ya gitmek ve Longfellow’un The Song of Hiawatha’sı üzerine bir film çekmek istiyorum. O harika bir iş. Rusya’da bizim neslimiz tarafından hâlâ epey biliniyor. Ancak kitabın çevirisini bulmak çok zor; maalesef kimse onu yeniden basma zahmetine katlanmıyor. Bu filmi Amerika’da çekmek istiyorum, Longfellow’daki manzaraya karşı. Doğaya, yerlilere, tüylere, atlara, kahverengi derili genç kızlara, yakışıklı kahramanlara ihtiyacım var. Amerika’da bu film çabucak ve çok az maliyetle çekilebilir. Akıllı bir yapımcı olasılıkların nerelerde beklediğini, iyi ilişkilerin nasıl kurulacağını bilmelidir. Doğa gerisini halleder. Doğa zaten bizim için mükemmel bir set hazırlamış. Hiawatha kıyafetleri de zaten var. Tek karar vermem gereken şefin kıyafetinde kaç tüy olacağı. Benim filmim kutsal kitaplardaki hikâyelere benzeyecek, The Song of Hiawatha bu temaların biraz değişiği sadece. Ashik Kerib de Müslümanların hikâyelerinin bir çeşidi. Kahramanın doğaya, mizaha, kadınlara, kötülüğe ve güzelliğe bakışından bunu anlayabiliriz.

Peki Faust?

Faust Almanya’nın meselesi, Doğu ve Batı Almanya Hükümetlerinin. Bence Almanlar harika insanlar. Onları ayıran duvara rağmen, aynı tarihi ve ortak bir geleceği paylaşıyorlar. Umarım film doğru değerlendirilir. Bu film ticari bir proje olarak görülmemeli. Sanatsal değeri için yapılmalı. Faust gelecek nesil için önemli. Şu anki nesil yeniden eğitilemez. Televizyon onların hayatlarını yönetiyor. Sakız çiğnemeyi seviyorlar. Belli kıyafetleri giyiyorlar. Ancak bir sonraki nesil bunlar olmadan yaşayabilir. Biz sanatçılar, yönetmenler, siyasetçiler gelecek nesillerin yetiştirilme tarzını güvence altına almalıyız. Geleceğin Almanları hâlâ anne karnında… Onlar, “küçük Almanlar”, büyüdüklerinde “büyük Almanlar” olmak istiyorlarsa Faust’a ihtiyaçları var.

Ashik Kerib’in prömiyeri için neden Filmfest München’i seçtiniz?

Ashik Kerib’i halka sunmak için Münih’ten başka bir yer seçemezdim. Filmimle ilgili söyleyecek önemli bir şeyim var. Bu filmi çok seviyorum. Her sanatçı ne zaman öleceğini bilmeli. Ben bu filmden sonra ölmek istiyorum, çünkü gerçekten yaptığımla gurur duyuyorum. Bu film, benim sevgili arkadaşım Andrei Tarkovsky anısına adandı. Tanrı Birdir. Andrei Tarkovsky’nin aziz hatırası için bir dakikalık sessizlik rica ediyorum…

İngilizceden çev.: Damla Göl
Redaksiyon: Ali Hasar

Pasolini’yle Röportaj: “Hepimiz Tehlikedeyiz”


Pasolini ile öldürülmesinden birkaç saat önce 8 Kasım 1975 günü yapılan bir röportaj, Röportajın başlığının kendisi tarafından saptandığını belirtmek gerek. Görüşmenin sonunda, geçmişte de olduğu gibi, ayrıldığımız görüş noktaları belirdi ve ben ona röportaja bir isim verip vermek istemediğini sordum. Biraz düşündü ve önemli olmadığını söyledi; konuyu değiştirdi. Daha sonra bir şeyler bizi yine bu ana konuya getirdi. ‘işte her şeyin anlamı’ dedi . ‘Sen, şimdi seni kimin öldürmeyi planladığını bile bilmiyorsun. Bu adı ver istersen : Çünkü , hepimiz tehlikedeyiz!



-Pasolini, sen birçok yazında nefret ettiğin şeylerden bahsettin. Tek başına, birçok şeye , kuruma, görüşe kişiye ve güce karşı bir savaş açtın. Soruyu daha karmaşık hale getirmemek için, başkaldırdığın bu sahneye ‘konum’ diyeceğim. Seninbahsettiğin bu konum tüm kötü yanlarıyla seni Pasolini yapan şeyleri kapsıyor. Yani yaratıcı güç ve değerler senin, ama ya araçlar? Araçlar ‘bu konum’undur. Seninki hayali bir düşünce diyelim. Bir el hareketi yapıyorsun ve her şey, senin nefret ettiğin her şey siliniyor. Sen ne oluyorsun? Sen o zaman yalnız ve araçsız kalmaz mısın?

Evet, anladım. Ama ben bu hayali düşünceyi yalnızca denemiyorum, aynı zamanda ona inanıyorum da . Medyumca değil tabii ki. Fakat biliyorum ki hep aynı çiviye vurarak tüm bir ev bile yıkılabilir. Radikallerin verdiği örnek ufak da olsa çok anlamlı : tüm bir ülkenin bilincini değiştirmeye çalışan üç-beş kişi. Tarih de bize bunun daha büyük bir örneğini veriyor. Yadsıma, her zaman asıl hareket olmuştur. Azizler, inzivaya çekilenler, entellektüeller. Tarihi yapan azınlık hep hayır diyenler olmuştur. Harekete geçiren yadsıma büyük ve tek vücut olmalıdır. Eichman iyi niyetliydi. Peki onda eksik olan neydi? Onda eksik olan başlangıçta bürokratik ve idari görevlerini yaparken hayır diyebilmesiydi. Belki arkadaşlarına ‘şu himmler hiç mi hiç hoşuma gitmiyor’ diye söylenmişti. Belki de şu ya da bu tren, ihtiyaçlar için günde bir kez duruyor diye isyan etmişti. Ama hiçbir zaman makineyı durdurmayı denemedi. O halde üç tane konu var önümüzde. ‘Konum’ nedir, onu neden durdurmak ya da bozmak gereklidir? Ve ne şekilde?

– İşte, ‘konum’u tanımlıyorsun. Bilirsin ki yazıların ve dilin , toz zerreciklerinden sızan güneş etkisini yapar. Güzel bir görüntü , ama bu durumda az ve silik görülür ya da anlaşılır, değil mi?

Güneş tasvirine teşekkürler. Ama ben çok daha azını bekliyorum. Senin etrafına bakıp trajediyi algılamanı. Hangi trajedi ? Trajedi artık insanoğlunun değil de birbirlerine çarpan tuhaf makinelerin var olmasıdır. Ve biz aydınlar, geçen yılın ya da on yıl öncesinin demiryolları tarifesini alıp diyoruz ki: ‘Ne acayip, bu iki tren buradan geçmiyorlar ki, nasıl olup da bu şekilde çarpıştılar? Ya makinist çıldırdı ya bir suçlu vardı ya da bir komplo’. Özellikle komplo fikri bizi çileden çıkarıyor. Tek başımıza gerçekle yüzyüze gelme ağırlığından bizi koruyor. Biz burada konuşurken birileri bizi dışarı atma planları yapsa ne de hoş olurdu doğrusu. Kolay ve basit. Biz bazı arkadaşlarımızı kaybederiz, sonra örgütlenir ve ‘bizi kovanlar’ı biz kovarız yavaş yavaş, değil mi? Televizyonda Paris Yanıyor’u gösterdiklerinde, herkesin, gözleri yaşlı tarihin tekerrür etmesi isteğiyle tutuştuğunu biliyorum. Kolay, sen ordan, ben burdan temizleriz, bir evin dış cephelerini temizler gibi. O zamanlar halkın ‘seçim yapmak’ için ödediği zorluğun, acının, kanın üzerine şaka yapmayalım. Tarihin o anında sıkışıp kalındığında bir seçim yapmak, her zaman trajedidir. Faşist Salo, SS nazi subayı, ya da normal insan, bilincinin ve cesaretinin yardımıyla ona karşı çıkar. Ama şimdi bu olanaksızdır. Biri sana dostça, kibar ve saygılı bir biçimde yanaşıyor (televizyonda örneğin). Diğeri -ya da diğerleri- senin karşına ideolojik görüşleri, savunmalarıyla çıkıyor ve sen bunların tehdit unsuru taşıdıklarını hissediyorsun. Bayraklarını açıyorlar, sloganlar atıyorlar, ama onları ‘erk’ten ayıran nedir peki?


– Sana göre ‘erk’ nedir, nerededir ve onu nasıl ininden dışarı çıkarırsın?

Erk, bizi hükmedenler ve hükmedilenler diye ayıran eğitim sistemidir. Ama dikkat etmek gerekir. Bu eğitim sistemi yöneten sınıflardan, aşağılara taa yoksullara kadar uzanan sistemi oluşturur. Işte bu yüzden herkes aynı şeyleri arzular ve aynı şekilde davranır. Eğer elimde bir yönetim kurumu ya da bir borsa girişimi varsa bunu kullanırım. Aksi takdirde bir engel kullanırım. Ve bir engel kullandığımda, istediğimi elde etmek için şiddete başvururum. Peki neden o’nu istiyorum? Çünkü, bana onu istememin bir erdem olduğunu öğretmişlerdir. Ben de bu -erdem- hakkımı kullanırım. Hem katilimdir, hem de iyi.

– Seni politik ve ideolojik bakımdan tarafsızlıkla, faşist, antifaşist olma ayrımının işaretini yitirmekle suçladılar.

Bu yüzden geçen yılın demiryolu tarifesinden bahsediyordum işte sana. Sen hiç vücutları bir tarafa, başları diğer tarafa baktığı için çocukları pek güldüren kuklaları görmüş müydün? Sanırım Toto böyle bir görüntüyü denemişti. Işte ben aydınların, sosyologların, uzmanların ve gazetecilerin gruplarını böyle görüyorum. Olaylar burada cereyan ediyor ve baş diğer tarafa bakıyor. Faşizm yok demiyorum, yalnızca dağdayken denizden bahsetmekten vazgeçin diyorum. Burada öldürme isteği var. Ve bu istek bizi bütün bir sosyal sistemin iflas etmiş solunun, solcu kardeşleri gibi bağlıyor. Eğer her şey kara kuzuyu ayırmakla çözülseydi benim de hoşuma giderdi doğrusu. Ben de kara koyunları görüyorum, hatta hepsini görüyorum. Bela da burada işte. Moravia’ya da söyledim. Ben yaşadığım hayatla bir bedel ödüyorum. Tıpkı cehenneme inen biri gibi. Ama döndüğüm zaman -eğer dönersem- farklı şeyler görüyorum. Bana inanın demiyorum. Gerçekle yüzyüze gelmemek için her zaman konuyu değiştirmeniz gerek diyorum.

– Peki gerçek hangisidir?

Bu kelimeyi kullandığıma pişmanım, ‘Açıklık’ demek istiyordum. Olayları sıralı tekrarlayalım. Ilk önce trajedi: ne pahasına olursa olsun her şeyi elde etme arenasına bizi iten, ortak, zorunlu ve yanlış bir eğitim. Bu arenada kimimiz kanunlar, kimimiz de engellerle silahlanmış şekilde itilmişizdir. O halde ilk ve klasik ayırım ‘zayıflarla birlikte olmak’tır. Ama, bir ölçüde herkes zayıftır çünkü herkes kurbandır, diyorum ben. Ve herkes suçludur da, çünkü herkes katletme oyununa hazırdır. Alınan eğitim: ‘sahip olma, elinde tutma ve yok etme’den ibarettir.

– O halde başlangıç sorumuza dönelim. Sen, hayali olarak , herşeyi yok ediyorsun, ama sen kitaplarda yaşıyorsun ve onları okuyan zekalara ihtiyacın var. Yani, tüketiciler aydınların ürünleriyle eğitiliyorlar. Sen, sinema yapıyorsun ve yalnızca hazır platolara değil, birçok büyük teknik makineye ihtiyacın var. Bütün bunları yok edersen, sana ne kalıyor?

Bana her şey kalıyor, yani kendim, hayatta olmam, görmem, çalışmam ve anlamam. Olayları anlatmanın, dilleri dinlemenin, dialektler yaratmanın, kukla tiyatrosunun bin şekli vardır. Diğerlerine çok daha fazlası kalır. Beni örnek alabilirler, benim gibi bilgili veya benim gibi cahil. Dünya daha büyür, her şey bizim olur ve ne borsa, ne yönetim kurulu ne de engellere başvurmamız gerekir. Görüyorsun, bir çoğumuzun hayal ettiği dünyada (tekrarlıyorum: geçen yılın demiryolu tarifesini okumak, hele bu koşullarda yıllar öncesininkini okumak) silindir şapkasıyla ve ceplerinden dolarlar akan patron ve çocuklarıyla adalet dilenen sıska dul vardı. Kısacası, Brecht’in güzel dünyası.

– O dünyaya özlem duyuyorsun diyebilir miyiz?
Hayır, patron olmaksızın patrona karşı çıkan o zavallı ve gerçek halka özlem duyuyorum. Her şeyden soyutlandıkları için kimse onları sınıflandıramamıştı. Ben patronla aynı, ne pahasına olursa olsun, her şeyi isteyen zencilerden korkuyorum. Bu acımasız şiddete yönelik inatçılık artık karakter ayrılığını yıkıyor. Son anda hastaneye kaldırılan kimse -biraz yaşama belirtisi varsa- doktorların yaşama olasılığı hakkında söyleyeceklerinden çok polislerin suçlu konusunda söyleyecekleriyle ilgilenir. Dikkat edilmesi gereken şey, neden-sonuç zincirinin, ya da kimin baş suçlu olduğunun benim artık ilgimi çekmemesidir. Senin ‘konum’ diye tanımladığın kavramı açıkladığımızı zannediyorum. Tıpkı bir şehirde yağmur yağdığı zaman türbinlerin suyla dolması gibidir. Su yükselir, masum bir sudur bu, ne denizin hırçınlığı ne de nehrin kollarının kötülüğü vardır bu suda. Fakat , herhangi bir nedenden dolayı alçalmaz da hep yükselir. Birçok çocuk şiirindeki, ‘yağmurun altında şarkı söylerken’deki sudur. Ama yükselir ve seni boğar. Eğer bu noktadaysak diyorum, zamanımızı oraya buraya bir etiket koyarak geçirmeyelim. Bu lanet olası suyun çıktığı noktayı bulalım, henüz hepimiz boğulmadan.

– Sen bu yüzden mi, zorunlu olan bir okula gitmeyen cahil ve mutlu çobanlar istiyorsun?


Böyle tanımlamak pek basit kaçardı. Ama bahsedilen zorunlu okul, umutsuz gladyatörler üretiyor. Kitle, umutsuzluk ve hınç olarak büyüyor. Ben belki inanmadığım bir fikir ortaya attım diyelim. Siz bana bir başkasını söylersiniz. Yani özgür ve kendi kendinin patronu olmak, amacı yüzünden ezilmiş halkın katışıksız devrimi için hayıflanıyorum denebilir. Italya ve dünya tarihinde hâlâ böyle bir anın gelebileceği hayalini kuruyorum. Bu, düşündüğüm gelecek şiirlerimden birinde esin kaynağı olabilir. Ama bu bildiğim ve gördüğüm değil, düşlerimin dışında demek istiyorum. Ben cehenneme inmiyorum ve başkalarının huzurunu neyin bozmadığını biliyorum. Ama dikatli olun. Cehennem size doğru yükseliyor. Tabii ki farklı maskeler ve bayraklarla geliyor. Tabii ki kendi değişmezliğini, açıklamasını düşlüyor. Ama onun engel koyma gereksinimi, saldırma, öldürme isteği kuvvetli ve geneldir. ‘Şiddetli hayat’a başlayan birinin deneyimi uzun süre gizli kalmayacaktır. Kendinizi kandırmayınız. Ve siz okulunuz, televizyonunuz, gazetelerinizle birlikte sahip olma ve yok etme düşüncesi üzerinde temellendirilmiş düzenin savunucularısınız. Ne mutlu size ki bir suçun üzerine güzel bir etiket yapıştırdığınızda mutlu oluyorsunuz. Bu bana kitle kültürünün başka bir işlemi gibi görünüyor. Bazı şeylerin gerçekleşmesine engel olunamadığında, çeşitli raflar meydana getirerek huzur bulunuyor.

– Ama ortadan kaldırmak, yaratmak demek olmalı. Tabii eğer sen de bir yıkıcı değilsen. Kitaplar, örneğin, ne anlam taşıyorlar? Halk için değil, kültür için üzülenlerin yanında görünmek istemiyorum ama senin farklı dünya görüşünde, bu kurtarılmış halk, artık primitif olma özelliğini kaybetmiş olacak (bu sana sık yöneltilen suçlardan biri), eğer daha gelişmiş tanımını kullanmazsak… Tüylerimi diken diken ediyor.




Moravia konuşmamda açıkladığımı sanıyorum. Kapamak, benim lisanımda değiştirmek demektir. Durumun umutsuzluğu ve kesinliği ölçüsünde kesin ve umutsuz bir değişim. Moravia ile, özellikle de Firpo ile gerçek anlamda bir tartışmayı önleyen şey, aynı sahneyi görmeyen, aynı halkı tanımayan, aynı sesleri duymayan insanlara benzememizdir. Size göre bir olay, güzel, düzenli, net başlıklı olarak tanımlandığında gerçekleşir. Ama altında ne vardır? Orada malzemeyi inceleyen ve ‘beyler bu bir kanserdir, iyi huylu bir ur değildir’ diyebilme cesaretine sahip bir cerrah eksiktir. Bir kanser nedir? Tüm hücreleri değiştiren, her türlü mantıkla açıklamayı yadsıyan çıldırtıcı boyutlarda onları büyüten bir şeydir. Önceleri bir aptal ya da bir talihsiz olsa da (kanserden önce diyorum) önceki sağlığına kavuşabilmeyi hayal eden hasta, bir nostaljik midir? Işte, her şeyden önce aynı eski görüntüye sahip olmak için büyük bir çaba gösterilmesi gerekir. Ben politikacıları, onların formüllerini dinliyorum ve deli oluyorum. Hangi ülkeden bahsettiklerini bilmiyorlar, ay kadar uzaklar. Edebiyatçılar, sosyologlar ve her türden uzman da öyle.

– Senin için bazı şeyler çok mu net peki?

Artık kendimden bahsetmek istemiyorum. Fazla bile söyledim. Herkes bilir ki, ben deneyimlerimi birey olarak ödüyorum. Fakat benim kitaplarım, filmlerim de var. Belki ben de yanılıyorum. Ama yine de hepimiz tehlikedeyiz demeye devam ediyorum.

– Pasolini, eğer sen yaşamı böyle görüyorsun -bilmem ki bu soruyu kabul eder misin- riski ve tehlikeyi nasıl önlemeyi düşünüyorsun?

Saat oldukça geç olmuştu, Pasolini ışığı açmamıştı ve not almak gitttikçe güçleşiyordu. Yazdıklarıma birlikte göz attık. Sonra artık soruları bir yana bırakmamızı önerdi. ‘Çok soyut kalan bazı noktalar oldu sanıyorum. Bırak biraz düşüneyim, gözden geçireyim. Bir sonuç bulmam için biraz zaman tanı bana. Benim için yazmak konuşmaktan daha kolaydır. Yarın sabaha, sana eklediğim notları bırakırım.’ Ertesi gün, Pazar günü , Pier Paolo Pasolini’nin cansız vücudu, Roma polisinin teşhis odasındaydı


Röportaj: Tutto Libri, 8 Kasım 1975